Bir aile tarihinin sayfaları
Yalnızlık, sorumluluk ve acı, insanı erken büyütüyor. Bu süreci “Başka türlü yaşansaydı nasıl olurdu?” sorusu izleyebiliyor, savruluşlar, aidiyet sorunları, gerçek ve sunî dert ayrımı da hakikatleri görmeyi sağlıyor.
Yokluktan yeni bir yaşam türetmek, alışmak veya bir şekilde hayata karışmak da bu sürecin bir parçası. Marilynne Robinson, ‘Evlerden Uzak’ta bu minvalde bir büyüme hikayesi anlatıyor.
Annelerini kaybeden Ruth ve Lucille, ilkin anneanneleriyle, ardından halalarıyla ve teyzeleriyle yaşamak durumunda kalırken hem yaş alıyor hem de acının açtığı yolda hızla olgunlaşıyor. Annenin dolmayacak boşluğunda bocalayan iki kardeş, bir yandan da kendileriyle ilgilenen insanların düzenine ayak uydurmaya çalışırken yalnızlık gibi önemli bir gerçeği yaşayarak öğreniyor.
‘HAYATIN KIYMETLİ SIRADANLIĞI’
Ölümler, kaçışlar ve terk edilişler arasında çoğunlukla yersiz-yurtsuzluğu tadarak büyüyen Ruth’un ve Lucille’in hikayesi karşımıza çıkıyor ‘Evlerden Uzak’ta. Ailedeki en masum iki kişi olan bu çocuklar, yaşamın sert yüzüyle karşılaşıp ayakta kalmaya uğraşıyor.
Söz konusu “aile” hikayesinin anlatıcısı Ruth, hem kız kardeşi Lucille’le ruh hallerini ve yaşadıklarının kendilerinde bıraktığı izleri hem de yakınlarıyla hatıralarını dile getiriyor.
Ailedeki en ilginç karakter ise Ruth’un ve Lucille’in teyzeleri Sylvie, üç kız kardeşler: Molly, Ruth ile Lucille’in annesi Helen ve Sylvie. Onların da yaşadığı felaketler ve hızlı büyüme öyküsü var: “Sylvie kahvesini iki şekerle içiyordu, Helen kızarmış ekmeğini biraz yanık seviyordu, Molly de tereyağsız. Bunlar hep bilinirdi. Nevresimleri Molly değiştiriyordu, sebzeleri Sylvie soyuyordu, bulaşıkları Helen yıkıyordu. Bunlar değişmezdi. Zaman zaman Molly iade edilmemiş kütüphane kitabı var mı diye Sylvie’nin odasını arardı. Bazı bazı Helen bir tepsi kurabiye yapardı. Çiçek demetlerini eve Sylvie getirirdi. Bu dört dörtlük sükunet eve babalarının ölümünden sonra yerleşmişti. O olay hayatlarını temelden sarsmıştı. Zaman, hava ve gün ışığı şok dalgası üzerine şok dalgası getirmişti, şoklar tamamen tükenene kadar. Derken zaman, mekan ve ışık tekrar durulmuş, hiçbir şey titreşmez, hiçbir şey eğilmez olmuştu. Felaket tıpkı trenin kendisi gibi gözden kaybolmuştu, akabinde gelen sükunet felaketten önceki sükunetten daha büyük değildiyse de öyle görünmüştü ve hayatın kıymetli sıradanlığı sudaki bir suret gibi kolayca eski hâline geri dönmüştü.”
Helen’ın evi terk edişi ve yedi yıl sonra iki çocukla annesini ziyarete gelişi, ailenin tarihindeki önemli dönemeçlerden biri. Annesinin Helen’a da torunlarına da bu yedi yılla ilgili bir şey sormaması ise bahsi geçen tarihteki karanlık noktalardan. Ruth, tüm bunların hem tanığı hem de anlatıcısı; felaketlerin, tanıdık sanılan şeylerin içinde şekillendiğinin farkında olan bir anlatıcı. Bu rolü ya da görevi, teyzesi Sylvie’ye bir parantez açmasını gerektiriyor: “Sylvie aleyhine söylenebilecek tek şey, annesinin onun adını ne vasiyetinde ne herhangi bir sohbette anmasıydı. Olumsuz bir etkisi vardı bunun üzerimizde ama biz de büyük halalarımız da özel olarak korkulacak bir şey görmüyorduk bunda. Oradan oraya dolaşıp durması, sürgün edilmesindendi sadece. Bir yerden bir yere sürüklenmesi, şöyle etraflıca bir düşünülünce tek başına yaşamayı tercih etmesinden fazlasına alamet değildi belki, parası olmadığı için de müşkül duruma düşmüştü.”
Sylvie’nin yalnızlığı ve ailede bir kenara itilmişliği ile Ruth’un ve Lucille’in kimsesizliği birbirine benziyor bir noktada. Üçlünün zorunlu buluşması ise gecikmiş bir tanışma ve birbirini tanıma hikayesine dönüşüyor. Oradan da çocukların art arda sorularıyla aile tarihinin sayfalarının açıldığı yaşanmışlıklar silsilesinin anlatımına…
İZAHA MUHTAÇ GERÇEKLER
Ruth ve Lucille, annelerine benzettiği Sylvie’yle yaşamaya başladıktan sonra, geçmişten o güne ailenin karakterine, kendine özgü taraflarına ve farklılıklarına dikkat kesiliyor. Haliyle belli yorumlar da yapıyorlar: “Artık niyeyse ailecek başkalarına karşı biraz mesafeliydik. En iyi niteliklerimizin en dürüst tarifiydi bu, en kötü kusurlarımızın da en hoşgörülü tarifi. Kendi kendimize yettiğimizi bir an olsun unutturmuyordu bize evimiz. (…) Büyüklerimiz yüksek zekanın ailemizin özel bir niteliği olduğu konusunda temin etmişlerdi bizi. Tüm hısım akraba ve atalarımız, dikkat çekici ve azımsanmayacak bir zekaya sahip insanlardı, gerçi nedense hiçbiri bu dünyada başarılı olmamıştı. Çok kitabi insanlar, dedi anneannem aksi bir gururla, Lucille ile ben de ileride başarısızlığa uğramayı beklediğimizden, eleştirilerin önüne geçmek için okur da okurduk. Ailem bizim öyleymiş gibi düşünmekten hoşlandığımız kadar zeki değildiyse bile masum bir yanılgıydı bu çünkü zeki miyiz değil miyiz kimsenin umurunda değildi pek. İnsanlar hafif resmî tavrımızı ve sakin zevklerimizi başkalarıyla aramıza biraz mesafe koyma isteğimizin işareti olarak yorumladı her zaman. Bu da kimsenin umurunda değildi ve istediğimiz oldu.”
Ailenin geçmişine bakmakla birlikte, teyzelerinin hâline ve hareketlerini de gözlemliyor iki kardeş. Hatta Sylvie’nin “sağlam ayakkabı olmadığını” düşünmeye başlıyorlar. Bu, teyzelerinin kendilerine zarar vereceğini hissetmelerinden değil, onun ayrıksılığından kaynaklanıyor. Başka bir deyişle teyzeleriyle yaşamaktan herhangi bir memnuniyetsizlik duymuyorlar, yalnızca onun sıra dışılığına alışmaya çalışıyorlar. Şöyle bir aykırılık mesela: “Sylvie, kendi açısından, bin yıllık bir şimdide yaşıyordu. Eşyanın bozulup parçalanması Sylvie’de her zaman taze bir hayret, üzerinde, çok da durulmayacak bir hayal kırıklığı yaratıyordu.”
Evi çekip çeviren Sylvie’nin karşısında çocuklar, kendine has büyüme sorunlarıyla uğraşıyor. Bununla birlikte, zaman zaman teyzeleriyle gerginlikler yaşıyorlar. Özellikle de Lucille. Sylvie’nin “göçebe alışkanlıkları”nı tuhaf buluyor.
Annelerinin gölgesi yaşamlarının üstüne düşen ve onun ölümü ya da terk edişi hakkındaki boşlukları tamamlamaya çalışan Ruth ve Lucille, teyzelerinin geçmişini de öğrenmeye uğraşırken kurduğu yeni düzene ayak uydurmaya çabalıyor. Bu arada anneanneleriyle ve halalarıyla hatıraları da tartışmaların içinde kendine yer buluyor. Tabii bir de geçmişin muhasebesi var: “Arkadaş edinmeye ya da basmakalıp eğlencelere hiçbir zaman gerçekten ihtiyaç duymamıştık. Hayatımızı karanlıkta kaybolmuş çocuklara özgü o keskin ve daimi dikkatle seyrederek ve dinleyerek geçirmiştik. Azıcık ışık olsa bize tamamen tanıdık gelecek bir coğrafyada allak bullak bir hâlde kaybolmuş gibiydik. Sesleri, şekilleri neye yoracaktık, elimizi kolumuzu nereye koyacaktık. Duyularımıza çok az şey çarpıyordu, onların da hepsi şüpheliydi.”
Robinson, iki kardeş ve çeşitli dönemlerde onlara göz kulak olan akrabaları aracılığıyla iç içe geçmiş yalnızlık, aile, yabancılaşma, kaybediş, büyüme, aidiyet ve yersiz-yurtsuzluk hikayeleri anlatıyor. Ruth’un “yalnızlık mutlak keşiftir” sözü ise bu anlatımı pekiştiriyor. Onun meseleyi derinleştiren bir başka cümlesi daha var: “İnsan başıboş ve yalnızken yalnızlığın utançları durmadan yoğunlaşır.”
Robinson’ın anlattıkları, aynı zamanda tedirginliğin, boşluğun ve çelişkilerin hikayesi. Lucille ve Ruth, iki kardeş ve Sylvie arasındaki gerilimin, üçlünün ilişkisindeki noksanlıkların ve hatta mesafenin, sessizliklerin ve gürültünün öyküsü. “Hafıza kayıp duygusudur, kayıp da bizi peşinden sürükler” cümlesi de bu öykünün özü.
Gerçeklerden ve yaşanmışlıklardan arta kalanların, hayaller ve ihtimallerle tamamlandığı ‘Evlerden Uzakta’da Robinson, sıradan hayatların sıra dışılığını, başka bir deyişle ağırlığını, iki kardeşin uzak ve yakın geçmişteki aile hikâyesi üzerinden anlatıyor. Dağıtılan bir ailede yalnız kaldığını hisseden Ruth’un ve Lucille’in hikayesi, aynı zamanda hüzünlü sükûnetler ve gürültülü isyanlar da içeriyor. “Gerçeklerin hiçbir şeyi izah etmediği, asıl izah edilmesi gerekenin gerçekler olduğu”, yokluğun tek hakikat haline geldiği bir hikaye bu.